YAMANLAR  –  BOSTANLI

1996 Nisan ayıydı. İzmir’in Yamanlar mahallesinde bir İlköğretim Okulunda görevliydim. Okulumuz sobalı, küçük, eski bir binaydı. Binanın yıpranmışlığına öğrencilerimin ve velilerimin yoksulluğu, ezikliği ve acıları da eklenince ortaya ülkemin bir başka hüzünlü yanı çıkıyordu. Hangi sosyal politik düşünce bu çocukların karnını doyurabiliyordu ki! Hangi eğitim modeli öğrencilerimin 1 kilometre ilerideki akranlarıyla eşit olduğunu anlatabilirdi ki! Hangi erdemlilik hikayesi bura insanını İzmir’in öteki yarısıyla birleştirebilirdi ki!

Güçlerini  ekmeğe makarnayı katık yapmak için harcayan bu başka şehrin çocukları zavallı ezilmişliklerini hangi savunma mekanizmaları ile telafi edebileceklerdi ki! Üst tarafları çamurlu, alt tarafları belalı sokaklarında hangi mevzuat bu çocukları kocaman kocaman adamlar yapabilecekti ki?

Bir başka öğretmen arkadaşımla beraber Anadolu caddesinin Karşıyaka tarafında oturuyorduk. Karşıyaka diyorum çünkü onlar burada oturmuyorlardı. Onlar, babaları nereden geldiyse, oranın coğrafyasında, oranın kültüründe, oranın ekonomisinde, oranın dininde, oranın dilinde, oranın ezikliğinde, karında, çamurunda, tabancasında, bıçağında, çatlamış dudakların öpemediği annelerinin neden yaşadığını bilmeyen gönüllerinde, kayıp kentin hayalet tuğlalarla örülmüş öfkeli duvarlarının yalnızlığında oturuyorlardı.

Ev arkadaşım, ‘’Nereden geldilerse oraya gitsinler! ‘’ diyordu.

Televizyon, ‘’ Bu bir göç sorunu! ‘’ diyordu.

Gazeteler, ‘’Sokak serserileri şehri kuşattı! ‘’ diyordu.

Polis,  her yakalamada insan haklarını ihlal etti diye hakim karşısına çıkarılıyordu.

Bostanlı’da aynı yaşlardaki çocuklar tenis oynuyordu.

Belediye Bostanlı’ya tenis kortu, Yamanlara kanalizasyon yapabilme olanaklarını tartışıyordu.

Böyleydi…

Bir öğrenci, derse girmemiş, okul kapısının önünde bir kaç yetişkin gençle küfürlü ve hararetli bir tartışma yaşıyor, kavga ediyordu.

Beni görünce hepsi gitti, öğrenci yanıma geldi. Utanca karışmış korkuyla, ‘’ Geç kaldım öğretmenim…’’ dedi. Öğretmenim, ‘’ Geç kağıdı al öyle gel! ‘’ diye bana kızdı. Azarladı.

Sanki sesimi yükseltsem, nasihat etsem; oracıkta kendini öldürüverecek gibi bakıyordu. ‘’ Derse girme! ‘’ dedim.

– Karşıyaka’da işim var, beraber gidelim, hem bana yardım edersin…

Arabaya bindik, huzursuz, üzgün, utanmış oturuyordu. Arabanın göstergesine odaklanmış süratimize bakıyordu. Baktığımı görünce dışarı çevirdi bakışlarını. Yalı Caddesinde gidiyorduk. O apartmanlara ben denize bakıyordum, onun gözü vitrinlerde benimki gemilerdeydi. O akranlarının ayaklarındaki spor ayakkabılara iç çekiyordu  ben yalıda salınan körfezin sularına…

‘’ Öğretmenim! ‘’ dedi.

-Teyp çalışıyor mu?

                Kaseti ittirdim. Pink Floyd söylüyordu, tuhaf bir alaycılıkla yüzüme baktı, kaseti çıkarttım.

-Torpido gözünde kasetler var, bak hangisi hoşuna gidiyorsa!

                Torpido gözünde önceki salıdan kalan yarısı yenmiş bisküviye baktı. Baktığını gördüm. Keşke görmeseydim. ‘’ Al, ye istersen’’ dedim, ‘’ Hayır, tokum! ‘’ dedi. Keşke sormasaydım. Akşamüzeri bir arkadaşımla Alsancak’ta buluşup, bir şeyler yiyecektik;  sevdiğim bir arkadaşımla, bütün hafta bu akşamüstünü hayal ettiğim arkadaşımla, o çocuk bisküviye öyle bakmasaydı eğer… Deniz grileşti birden, sahil yolu çocuğun bakışlarında Atilla İlhan’ın Sisli Bulvarı’na döndü. Belki de Alsancak Garı’na, bela çiçeği gibi bakıyordu gözleri orda.

                Keşke bu çocuğu derse geç kaldı diye azarlayıp nasihat falan etseydim, kulağından tutup derse götürseydim, Alsancak’ta o akşamüzeri o yemeği güle oynaya yerdik o zaman,  bir haftadır hayal ettiğim kutsal salıyı aldı kalbimden, gülmemi yırttı yüzümden, bisküviye değil yoluma dikmişti gözlerini, ah çocuk!

                Kornalar çalıyordu uzaktan, ben çocuğa bakıyordum. Deniz yalı caddesini içine almış köpürüyordu, dikiz aynasında arka arkaya birkaç adam el kol hareketiyle denize atlamamı işaret ediyordu, çocuk bisküviye yutkunarak bakıyordu, cama vurdu bir adam, ‘’ Yürüsene be kardeşim! ‘’.

                ‘’Kimdi o tartıştıkların? ‘’ dedim, ‘’ Çarşıdan ağabeyler! ‘’ dedi.

-Ne istiyorlarmış senden koca adamlar?

                Koca adam gibi baktı gözlerime.

-Hiç!

                ‘’ Oğlum ne istiyorlarmış senden? ‘’ diye sertçe seslendim.

-Boş ver öğretmenim! Sen bulaşma bu işe!

                Nasıl bulaşma ya, diye geçirdim içimden. Resmen her yerim bu işin içine girmişti bile, zihnim, kalbim, bedenim.

                Ağlamaya başladı birden. Bütün o masumiyetin çaresizliği, bilmezliği, ezilmişliğiyle. Birden yağmur indirdi, gök gürültüsü ve şimşekleriyle beraber, çocuk ağlıyordu, yağmur yağıyordu, korktum, ürperdim, midem kasıldı. Allah’ın gazabından korktum. Merhametini bu çocuğun göz yaşlarına vesile kılıp, duyarsızlıklara, ezilmişliklere, gariplere, yoksunlara vermesini diledim, utandım. Bu çocuğun gözyaşları merhameti değil gazabı taşıyacak cinstendi, korktum. Hangi cesaretle bu çocuğun gözyaşlarına mendil olabilirdim ki, düşüncelerim flulaştı, yağmur yağıyordu,  körfezin suları yalı caddesini boğuyordu bizle bir.

                Ablası tartıştığı kişiyle nişanlıymış, enişte sıfatıyla ne istese yapılacakmış dünyalarında. ‘’ Hap! ‘’ dedi, kafa yapan haplardan satmamı istiyor okulda. Diğerleri de işin içindeymiş, ablasıyla hepsi sevişirmiş, yoksa ailecek yok edilirlermiş, annesi babası böyle bir şey yok, der, inkar ederlermiş.

                Enişte bey diğerlerinden belli bir ücret alıyormuş, ablasına da dürüstçe her zaman yüzde yirmisini veriyormuş, ‘’ Hakkını veriyor ama! ‘’ dedi, gözyaşlarının arasında.  ‘’Kalan parayla ev kuracağını söylüyormuş ablama…’’ diye küçücük aklınla inanmadığını hissettiriyordu gözleri, bu yalana dolana…

                Sınıf öğretmeni nereden bilsin ki;  bilse geç kağıdı al, öyle gel, der miydi hiç. Çocuk zaten geç kalmıştı yaşamaya çocukluğunu, derse geç kalması laf mıydı şimdi… Tok gözlerle bakan aç çocukları öğretmenim şıp diye görür, anlar hemen, öyle atmaz sınıftan dışarı. Kendi çaresizliğini savunmaz çocukların zihinlerinde, kalplerini bilir onların; kalbini yaslamıştır o masumiyetlerin kalp kıyılarına, üstelik o kıyıları kemirmez, bir an önce ders bitsin hevesiyle. Deniz yıldızı hikayesini duymadığından almamıştır bu çocuğu sınıfa, yoksa…

                Çocuk, ‘’ Ben okulu bırakıyorum, öğretmenim! ‘’ dedi.

-Çalışıp ablamı da, annemi de kurtaracağım!

                Bir şey diyemedim. Boğazıma düğümlendi sözcükler. Konuşursam ağlayacaktım.

                Sustum.

                Yalı caddesi sustu.

                Gözlerim buğulanmıştı, kaçmayı düşündüm.

                Kutsal addettiğim salı akşamüzerine kaçmak…

                Önümü Atilla İlhan kesti.

            ‘’ Alsancak Garı’na devrildiler

 Gece garın saati bela çiçeği

 Hiçbir şeyin farkında değildiler

 Kalleş bir titreme aldı erkeği

 Elleri yırtılmıştı kelepçeliydiler

 Çantasını karısı taşıyordu… ‘’

diye söyleniyordu önümde.

 Salı buluşmasına gidemeyecektim, farkındaydım olanların, çocuğun gözyaşları kesmişti yolumu Çarşıya yakın park ettim, indik, yürüdük.

Döner ısmarladım ona, tokum diye ısrar etti ama üç lokmada yuttu dürümü.

Okula döndük sonra.

Bir toplantı düzenledim çocuk evine gidince, durumu anlattım, can kulağıyla dinledi herkes. ‘’ Bu durumda birçok çocuk var! ’’yorumu yapıldı. Devlet önlem alacak, polis koruyacak… Çaylarımızı içtik bu zanlarla, konuşmuştuk, konuşunca rahatlamıştık, herkes öğrenmişti, belki problemli bir çocuk görünce artık, ablasıyla ilişkilendirecektik davranışlarını, Allah’ın gazabını ablaların nişanlıları üzerine yönlendirerek bitirdik toplantıyı. Salı buluşmam fiyasko olmuştu, arkadaşım sana ne elalemin çocuğundan, diye azarlayıp paylamıştı beni. Bela çiçeği gibi kokmuştu sözleriyle, bir sonraki hafta gelmeyeceğini söyleyerek kapattı Alsancak Garı’nın kapısını, çantamı fırlatıp attı Sisli Bulvar’a, Yalı Caddesine yağmur yağıyordu, bir çocuk daha hayatın acımasızlığını anlıyordu. Birkaç öğretmenim kalmıştı toplantıdan sonra, konuşacakları bir şey varmış gibi bakıyorlardı yüzüme.

-Mavişehir’de çalışmak lazım arkadaş!

-Evet ya, böyle sorunlar yok orda, oradakiler de öğretmen, biz de! Ne farkımız var onlardan?

-Bak kaç yıldır bu varoşlarda çalışıyoruz, yeter değil mi, biz yaptık görevimizi, başkaları çalışsın biraz da…

-Anaları, babaları ilgilenmiyor çocuklarla burada, Mavişehir’de öyle mi ama? İlgili veliler var orda…

                Gittiler.

                Elimde hüzün kaldı.

                Küstürmüştüm Atilla İlhan’ı…

Karşıyakalı’yı sinirlendirmiştik işte.

                Sosyal, ekonomik, psikolojik, kültürel yaralardı bunlar. İnsan olmakla ilgili değillerdi. Onlar zaten böyle yaşıyorlardı. Çaresi buradan gitmekti. Sosyal yardım kuruluşları yardım dağıtıyordu ama açgözlüydü onlar, hepsini kendilerine istiyorlardı. Yıkanmadıkları için kokuyorlardı. Suları akıyor mu, hiç sormadık!

                Ruhlarımız muhteşem sözcükler bulmuş arınıyordu, tatmin edici cümlelerle rahatladık, birden her şeyi unuttuk.

                Abla kaderini yaşayacak, nişanlısı onun üzerinden zenginleşecek, baba,  kız gidince bir boğaz eksildi rahatlamasıyla esneyecek, biz bu olayların felsefesini yaptık diye kendimizle övüneceğiz. Herkes mutlu, ben de tabi; Salı olmazsa Perşembe belki, nasılsa affeder beni, ne de olsa onun da çocukları var, anlar bir çocuğun halinden, gideriz yine Gar’ın karşısında bir yerlere, Salı olmazsa Perşembe, belki de cumartesi, muhtemelen balıkçıya…

                Ortada çok da büyütülecek bir sorun yoktu aslında, bizim sorunumuz değildi işin gerçeği… Dersler devam ediyordu, okul sobalıydı, kömür yakılandan. Geleneksel kıyafetlerinin içinde utancından örtüsüyle yüzünü gizlemeye çalışan kadın, küçük bebeğini sadece biraz ısınsın diye getirmişti okula, biz okulun işlerine karışmasınlar diye kapı dışarı ettik, haklıydık hakikaten. Onlar bebeklerini ısıtıyor, biraz gülümseme bekliyorlardı, biz bilmiyorduk, bilsek yapmazdık. Öğretmendik, insanlık falan öğretmek için okuldaydık, ıskalıyorduk işte sevabın en büyüğünü her türlü bahaneyle.

                Çocuk bir daha okula gelmedi.

                Adı Erdem’di.

                Epey aradım Yamanlar sokaklarında, eve de gitmemiş, babasından öğrendim. Erdem’in nerede olduğunu bilmiyor musun diye sordum, başını salladı.

-Eniştesiyle takılıyordur, Mavişehir’de…

                Erdem’i kaybettiğimi düşündüm.

                Gitmişti.                                                                   

                Erdem hayatımızdan çekip gitmişti, hem de ağlaya ağlaya…

                Biz Yamanlar’da kaybettiğimizi Mavişehir’de ararken Erdem gitmişti kendi yalnızlığına…         

İsmail Zeki, – bu şehirde